31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni Kararlar

2009'un özellikle son 6 ayı çok hareketli geçti benim için. Karar veremediğim konularda daha kararlı olmayı başardım. "Yok bu iş yatar, ben gelemem yada gelmem, yapamam" gibi cümleleri daha az sıklıkta kullanmaya başladım. Bu cümlelerin beni içten içe tükettiğini, ilerlememi engellediğini yeni fark ettim.

Bazen sadece cümleler değil, farketmeden bazı insanlarda beni engelledi. Bir kısmını bıraktım yolda, ama bazıları var ki, ben inkar etsem de ben onların bir parçasıyım.

Yeni yılda yapacağım şeylerden biri de, beni engelleyen eşyalardan kurtulmak olucak. Pek çoğumuz fark etmişizdir. Eşyalarımız arttıkça, gitmemiz zorlaşır bir yere. Eşya her zaman yüktür, insanın gitmesini uzaklaşmasını zorlaştırır. Çekmecelerim üzerine manasız anlamalar yüklediğim ıvır zıvırla dolu. Ne vermeye, ne atmaya kıyıyorum pek çok şeyi. Bu yılda bununla uğraşacağım.

Yarın bugünden çok farklı olmayacak. Ama insanlar modern zamanlarda kendini düşünmeye çok fazla vakit ayıramıyor. O yüzden" böyle günler" yılda bir kere de olsa(!) durup düşünmek için iyi oluyor.

Herkese mutlu yıllar.

PS1: Çok içmeyin.
PS2: Ya da için yaaa. İyi gelir:)
PS3:Taksimden uzak durun!

30 Kasım 2009 Pazartesi

25 KASIM UYARI GREVİ































23 Kasım 2009 Pazartesi

25 KASIM'DA HAYAT DURACAK!


Devlet memurlarının büyük bir çoğunluğunun işten kaytarmak için şahane yöntemler bulduklarını bilirsiniz. Hatta ben bir kaçına şahit bile oldum. Hayır, kızmıyorum. Aksine destekliyorum.

Mesela devlet daireleri. Orada çalışmayan biri için çoğunlukla sıkıcı, soğuk ve hemen bir an önce kaçıp gitme isteği uyandıran yerlerdir. Bir de para alınmasından çok , para verilen bir yer olduğu için insan daha da bir nefret eder. Bir de öyle bir yerde çalıştığınızı düşünün. Az maaş, çok çalışma, çok stres... O yüzden de insan arasıra "kaytarmalı" işinden. Ama "kaytarma" kelimesinin yerine "grev" sözcüğünü koyduğunuz zaman, o işinden, çalışma şartlarından bıkan adam, "grev" günü bir anda çalışkan birine dönüşüveriyor. Halbuki grev daha çok "eğlence" demektir. Diğer arkadaşlarınla, gizli saklı olmadan eğlenmek demektir. En önmelisi daha fazla hak demektir. Tüm Kamu emekçileri, hakları için “25 Kasım'da genel grev"e.

8 Eylül 2009 Salı

Düşen Adam İyice Düştü


Aldatılmak sanırım kimsenin hoşlanmadığı bir şeydir. Hele hele tüm dünyayı aldatmak... Üzerinden 60 küsür yıl geçmesine rağmen gerçekliği kanıtlanamamış bir savaş fotoğrafından bahsediyorum. Robert Capa'nın meşhur fotoğrafı "Düşen Adam"dan. Ne aldatmacası derseniz önce şu yazıyı bir okuyun derim.

Capa'nın bu fotoğrafından oldum olası kıllanmışımdır nedense. Bana imkansız gibi gelirdi böyle bir olaya tanıklık yapmak. Fotoğrafın negatifinin bulunmaması, savaşın başlama tarihi ile fotoğrafın yayına veriliş tarihinin çelişmesi, Capa'nın kişiliği(!) bu ve benzeri iddaalar fotoğrafın anlamını geride bırakıp başka tartışmları ortaya çıkardı.

Peki ne fark eder diyebilirsiniz. Bu fotoğraf pek çok savaş ve haber fotoğrafçısına ilham verdi diyebilirsiniz. Ya da “İster gerçek olsun, ister kurmaca, ‘Düşen Asker’, nihayetinde Capa’nın politik eğilim ve idealizminin bir kaydıdır. Gerçektende Capa, yaşanan gaddarca cinnetleri ve savaşın “romantik”liğine yeterince yakınlaşan, tüm tanıkların, kaçınılmaz bir biçimde yüzleştiği yanılsamalarının tükenişini tecrübe edecekti.” – Alex Kershaw, Capa’nın Biyografı.
Alex Kershaw gibi , gerçek fotoğraflarla sadece gerçeği yansıtmaya çalışan, çoğu zaman hayatıyla işi arasında karar vermek durumda olan (çoğu zaman da bu uğurda kaybeden) insanları "romantik" fotoğraf çekmekle itham edip, kurmaca olan bir fotoğrafı savunmaya geçebilirsiniz. Peki etik midir bu sizce? Cenk Pekcanattı'nın söylediği gibi "Savaşta ve Aşkta Her Şey Mubah mıdır?"

Savaş zaten yanlış birşeyken ve savaş sırasında etik olmayan pek çok şey yaşanırken, bunları tüm çıplaklığıyla gerçekliyle insanlara ulaştırması gereken bir fotoğrafçının, sırf kendini meşhur etmek için bunu kullanması inanılır gibi değil. Aslında garip olan benim sanırım. Çünkü bu dünyada hala şaşılacak şeyler kaldı mı ki?

2 Eylül 2009 Çarşamba

Bozcaada

Sanırım yıllardır yaptığım en güzel tatil oldu. Başlıkdan da anlaşılacağı gibi Bozcaada'ya gittim. Hani gazetelerde, dergilerde olur ya masmavi berrak bir deniz... İşte Bozcaada'da aynen böyle bir denize girdim. Ahan da photoshoplanmamış kanıtı size,

Gökçeada faciyasından ve İstanbul'daki adaların malum durumundan dolayı açıkçası umutsuzluğa kapılmıştım bu ülkede yok mu adam gibi ada diye. Varmış ve halen korunmuş vaziyette umarım böyle de devam eder. Şimdi bir kaç şeyden bahsetmek istiyorum:

  • Öncelikle adaya Tekirdağ üzerinden Ecebat'a gelip, Çanakkale'ye , Çanakkale'den (Geyikli) de Bozcada feribotuna binmeniz gerekiyor. Saatleri denk getirmek zor ama biz nasıl olduysa giderken de dönerken de tam kalkarken bindik. Gitmeden önce Gestaş'ı arayıp teyit ettirin. Çünkü özellikle kışın rüzgardan dolayı seferler iptal olabiliyor.

  • Kesinlikle arabayla gidin derim. Plaja belli saatlerde minibüs kalkıyor ama sanırm o minibüs heryerden geçmiyor. Mesela bizim kaldığımız yer merkeden uzakdı ve minibüs geçmiyordu. Ancak plaja yakındı (yakın dediğim de 3km yani ama hakkaten diğer yerlere göre yakındı) dolayısıyla ada içinde ulaşım arabasız biraz zor. Adada scooter da kiralyabiliyorsunuz. Bence arabası olmayan biri için en mantıklı şey. Merkezde park sorun olabiliyormuş özellike kalabalık zamanda.

  • Deniz çok temiz, ancak suyu soğuk soğuk soğuk... Ben girerim alışırım iki çırpındıkdan sonra demeyin. Çünkü alışamıyorsun suya ve çıkınca da rüzgar sürekli estiği için plajda üşüyorsunuz dolayısıyla. Adanın denizi söylendiğine göre eylülde ısınıyormuş.Zaten adanın da denizin de en güzel zamanı eylülmüş. Seneye artık :)

  • İster günlüğü 100 TL'lik yerde kalın, ister 40 TL'lik fark etmez. Her yer oda kahvaltı. Ve ben pahalı yere gideninde, ucuz yere gideninde pek farklı bir hizmet sunduğunu görmedim. Biz orta karar bir yere gittik ve temizdi. Zaten önemli olanda bu değil mi?

  • Yemekler çok ucuz sayılmaz ancak bizim her öğlen plajın orda gittiğimiz bir yer vardı. Adını ne yazıkki hatırlayamıyorum ama sağ baştan ikinciydi. Çok güzel çupra yapıyolar ve kocaman tabakda salataya 5TL alıyorlar! Diğer yerlere göre biraz daha ucuz. Merkezdeki lokantalarsa bana biraz fazla sosyetik geldi. Ben zaten şehirden uzaklaşmak için adaya gidiyorum adam orda İtalyan yemekleri yapan bir yer açmış. Deniz olan yerde deniz ürünleri yenmesi taraftarıyım :)

  • Ben gittiğimde ramazandı ama ada halkının büyük bir çoğunluğu Konya'lı olmasına rağmen (evet bence de ilginç)kimse oruç tutmuyordu. Ramazanda -tabi oruç tutmuyorsanız, tatile gitmek için en iyi zaman. Çünkü İstanbul'un kalabalığını biraz da olsa engellemiş oluyor. Yoksa temmuzda plajda falan yer bulunmuyormuş.

  • Son olarak, adada her şeyden bir tane var. Ne gibi derseniz:
1 tane cami
1 tane kilise
1 tane fırın
1 tane okul (ilkokul ve lise)
1 tane İş Bankası ATM'si
1 tane Ziraat Bankası ATM'si

Bunda sonra beni arayan Bozcaada'da bulsun! :))

25 Ağustos 2009 Salı

Can Sıkıcı Mevzular

Bu hayatta en nefret ettiğim iki suç var. Biri tecavüz, diğeri de hırsızlık. İkisinde de zorbalık ve başkasınaait olan birşeye sahio olma durumu var. Tecavüz bir kadının yada bir çocuğun tüm hayatını etkileyecek fiziksel ve ruhsal çöküntü yaratırken, hırsızlıkda ise sizden alınmış olan bir şeyi yerine koyabilme şansınız vardır her zaman. Ama her zaman da olamıyor ne yazıkki.... Neler saçmalıyor bu diyebilirsiniz ama bunları aklıma getiren şey Burak'ın İspanya'da başına gelenler düşündürttü. Kısaca bahsetmek gerekirse, arkadaşın 2-3 senede toparladığı, fotoğraf ekipmanın tamamı çalındı! En az 3000 TL gitti diyebilirz. Tabi içindeki bazı fotoğraflarıda. Onun tüm bunları ufacık maaşıyla nasıl aldığı ben biliyorum. Beş gün boyunca yanından ayırmadığı çantasını tren garında unutmuş. Tam olarak çalınmamış kendi kaşındı diyebilirsiniz belki ama bizde olsa adam fiş yere düşürse söyleriz yada peşinden koşturuz abi düşürdün diye. Ben kaç defa şahit oldum buna. Ve o çantayla onu gören bir sürü kişi olmasına rağmen kimse onu uyarmamış Amigo çantanı unuttun diye. Tabi pasaport, cüzdan ve telefonun da gitmesi sonrasında, İngilizce bilmeyen polislere derdini anlatma çabası, ataşelikden birinin araya girmesi ve çıkış belgesinin pazartesiye kadar yetiştirmeye çabalaması ve eğer yetişmediği takdirde 1.500 tl lik uçak bileti almak durumunda kalmak.... Yani sadece 3000 tl ile kalmicaktı ama allah tan olmadı tüm bunlar ve kendisi sağ salim döndü ama içi birazcık buruk olarak.

Bazen olumlu düşünmeye çalışıyorum belki adamın biri bulmuştur belki konsolosluğa bırakır çantayı, hala iyi insalar vardır belki diyorum ama fazla mı iyimserim sizce? Siz olsanız götürüp bırakmaz mısınız? Yoksa mal bulmuş gibi atlayanlardan mısınız? Yerde bulduğunuz 100 tl yi cebe mi indirirsiniz yoksa parayı düşürenenin adına yardıma muhtaç biri için mi kullanırsınız?

(Biterken Çalan Şarkı: Other Lives - The Partisan( Leonard Cohen Cover))

7 Ağustos 2009 Cuma

Leonard Cohen



Az sonra yazıcaklarım, hissettiklerimin yarsını bile açıklamaya yetmeyecek. Dün benim için hayatımın en güzel günüydü. Hayatımın en güzel 3 saatini yaşadım. Leonard Cohen konserinden bahsediyorum. İzlediğim konserler için şuanda 1 numaraya yerleşmiş durumda.

L.Cohen'nin şarkıları benim için çok fazla şey ifade eder. Onun şarkıları bir şeyler yaparken dinlediğiniz bir fon müziğinden çok daha öte. Bir kitabı tekrar tekara okumak gibidir benim için. Ben değiştikçe o şarkıların anlamları da benim için değişir. Ve her dinleyişimde farklı şeyler bulurum. Dün akşamda tüm o şarkıları dinlerkende kendi içimde küçük bir yolculuğa çıkdım.

Kalbi kırıktır ama çok da kalp kırmıştır. Ama bana göre hüzünlü şarkıların adamı değildir o. Yaşamış olduğu şeyler vardır ve tüm bunlara bizim de tanıklık etmemizi ister. Famous Blue Raincoat' da olduğu gibi. Dolayısıyla bu şarkı ona acı verir ve konserinde söylemez bazen. Ama dün akşam başkaydı. Dün akşam elinde ne varsa, hepsini bize verdi.

Saat tam 21.00 da sahneye hoplaya zıplayaya sahneye gelerek "Dance me to the end of love" u söyleyerek konser başladı. Tam bir centilmedin Cohen. Tüm orkestraya tek tek şapkasını çıkardı. Onları onure etti. Barcelona'lı gitar ve mandolin çalan adam müthişdi ve de saksafon, klarnet ve diğer üflemeli çalgıları çalan Dino ( soyadınu bilmiyorum) 'ya hayran kaldım ve seyircinin de epey sempatisini kazandı.

Hiç bir şarkısını birbirinden ayıramam ama konserde en beğendiğim ve beni en etkileyen şarkıları "Who By Fire?", "The Partisan", "Take This Waltz" ve tabiki de Webb Sisters'ın gitar ve arp çalarak söylediği "If It Be Your Will"...Bu şarkıyı Antony'de çok güzel söyler ve bana göre Leoard Cohen'nin söylemesine göre çok daha etkiler insanı.

Setlist aşağıdaki gibidir:

- Dance Me To The End Of Love
- The Future
- Ain't No Cure For Love
- Bird On The Wire
- Everybody Knows
- In My Secret Life
- Who By Fire?
- Waiting For The Miracle
- Anthem

- Tower Of Song
- Suzanne
- Sisters Of Mercy
- The Partisan
- Boogie Street
- Hallelujah
- I'm Your Man
- Take This Waltz

Bis1:
- So Long, Marianne
- First We Take Manhattan

Bis2:
- Famous Blue Raincoat
- If It Be Your Will
- Closing Time

Bis3:
- I Tried To Leave You
- Whither Thou Goest

En çok beğendim Cohen şarkısı olan "One Of Us Can Not Be Wrong" söylememesi beni çok üzsede, verdiğim tüm paraya değdi. Zaten akside mümkün değildi. Bir daha gelir mi bilemem ama umarım bir daha izleme şansım olur. Saol Cohen. (Bu arada fotoğrafları Burak çekti. çok başarılı değil mi? Daha çok fotoğraf vardı ama kendime sakladım :))

(Biterken Çalan Şarkı: One Of Us Cannot Be Wrong)

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Trainspotting



"Choose a life. Choose a job. Choose a career. Choose a family. Choose a fucking big television. Choose washing machines, cars, compact disc players and electrical tin openers. Choose good health, low cholesterol, and dental insurance. Choose fixed interest mortgage repayments. Choose a starter home. Choose your friends. Choose leisurewear and matching fabrics. Choose diy and wondering who the fuck you are on a sunday morning. Choose sitting on that couch watching mind-numbing, spirit crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth. Choose rotting away at the end of it all, pishing your last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked up brats you spawned to replace yourself. Choose your future. Choose life... but why would I want to do a thing like that? I choose not to choose life. I choose somethin' else. And the reasons? There are no reasons. Who needs reasons when you've got heroin?"

Trainspotting, filmi işte aynen böyle başlıyor. Başrol oyuncularından Ewan McGregor ( Renton) , filmin başında neyi seçtiğini açık bir şekilde belirtiyor. Ama bir nedeni yok. Eroin varken bir neden aramıyor.

Film uyuşturucu üzerine. Ancak uyuşturucu kötüdür, kullanmayın sonra haliniz böyle olur şeklinde bir anlatıma sahip değil. Hatta zaman zaman uyuşturucuyu özendirdiği bile söylenebilir. Bu da bence yönetmenin ve senoryonun başarısında saklı. (Bu arada film Irvine Welsh 'in aynı adlı romanından uyarlanmış) İzleyenlerin kimisi uyuşturucuyu özendirdiğini, kimi de özendirmediğini söylüyor. Bana göre ise filmde uyuşturucu kullanan birinin hayatında olabilecek şeyleri gösteriyor. Yani hayatınızı mahvetmekde, onu tekrardan düzeltmekde bizim elimizde olduğu mesajını veriyor.

Trainspotting, sadece bir uyuşturucu filmi değil, aynı zamanda İskoç gençliğinin yaşadığı bunalım ve bu bunalımın yarattığı sonuçlarıda gözler önüne seriliyor.

Filmin çok fazla duygusal olmaması, zaman zaman eğlenceli olması onu diğer uyşturucu filmlerinden ayırıyor. Çok fazla uyşturucu üzerine film izlemedim ama bu konuda iyi olan bir diğer film de Candy'dir. Candy biraz daha duygusal ama sağlam bir filmdir. Tavsiye ederim.

31 Temmuz 2009 Cuma

Arvişde Unutulan Fotoğraflar

Bugün arkadaşımla konuşurken aklıma geldi bu fotoğraflar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü... İlk miting fotoğraflarım. Biraz acemice. İdare edin artık. Bu arada yıl 2008, yer Kadıköy.

















 

maruzatım var © 2008. Chaotic Soul :: Converted by Randomness